Paul Verhoeven ve Ridley Scott’un yeni filmleri: Formda iki usta, iki sert hikâye

Paul Verhoeven ve Ridley Scott’un yeni filmleri: Formda iki usta, iki sert hikâye

Paul Verhoeven ve Ridley Scott’un yeni filmleri: Formda iki usta, iki sert hikâye

80’lerinin ortasındaki iki yönetmen, gençlerin pek cesaret edemediği konuların üzerine gidiyor. Bir yanda Cannes’da tartışma yaratan Benedetta, diğer yanda Venedik’te görücüye çıkan The Last Duel. İki film de tarihsel arka planı kullanıp bugünle konuşuyor; inanç, adalet, güç ve beden politikaları masaya yatırılıyor. Ve bu masayı kuranlar, enerjisinden hiç kaybetmeyen iki usta: Paul Verhoeven ve Ridley Scott.

Verhoeven (83), kariyeri boyunca toplumun ahlaki sınırlarına basmaktan çekinmedi: Basic Instinct, RoboCop ve Starship Troopers hâlâ provokatif. Elle ile Avrupa’ya güçlü dönüş yapan yönetmen, bu kez 17. yüzyıl İtalya’sında bir rahibe üzerinden inanç ve arzuyu çekiştiriyor. Scott (84) ise tarih anlatmayı sürdürürken formül tazelemekten kaçınmıyor; The Last Duel’de aynı olayı üç farklı bakış açısından kurarak hafıza, cinsiyet ve iktidar üstüne sert bir tartışma açıyor.

Benedetta: İnanç, arzu ve kurumlar arasındaki gerilim

Verhoeven’in Benedetta’sı, Judith C. Brown’ın 1990 tarihli Immodest Acts kitabından uyarlama. Hikâye, Toskana’daki Pescia manastırında geçen gerçek bir olayı izliyor: Çocuk yaşta manastıra giren Benedetta Carlini, yetişkinliğinde görümler gördüğünü iddia ediyor; hem azize hem günahkâr muamelesi gören bu figür, sistemin içindeki güç dengelerini altüst ediyor.

Başrolde Virginie Efira, Benedetta’ya dirayet ve kırılganlığı aynı anda veriyor. Daphné Patakia, manastıra gelen Bartolomea’da bedenin özgürlüğünü ve korkusunu taşıyor. Charlotte Rampling, başrahibe olarak iktidarın temkinli yüzünü; Lambert Wilson ise kilise hiyerarşisinin siyasetini temsil ediyor. Oyuncu yönetimi Verhoeven’in elinde sıkı; karakterlerin arzuları kadar çıkarları da görünür.

Teknik ekip, filmin tonunu tam oturtuyor. Görüntü yönetmeni Jeanne Lapoirie’nin ışık kullanımı, manastırın taş duvarlarında hem dünyevi hem kutsal bir atmosfer yaratıyor. Kurgu (Job ter Burg) görümler ile gündeliği ritmik geçiriyor; Anne Dudley’nin müziği, sahnelerin duygusunu büyütmeden taşıyor. Senaryoya Verhoeven, David Birke ile birlikte imza atıyor; alaycı ama kaba değil, sert ama tek taraflı değil.

Benedetta’yı “dini aşağılamakla” suçlayan çevreler oldu; buna karşı film inancı değil, kurumların arzuyla kurduğu ikiyüzlü ilişkiyi işaret ediyor. Veba salgını, yoksulluk ve toplumsal korku fonunda, kadın bedeninin denetimi gün yüzüne çıkıyor. Verhoeven, bedeni sömüren yapıları teşhir ederken karakterlerinin inançlarına mesafesiz bakıyor; alay ettiği şey iman değil, iktidarın kendisi.

Film Cannes 2021’de ana yarışmada gösterildi ve tartışma kadar güçlü performanslarıyla da konuşuldu. Verhoeven’in kariyerine baktığımızda Türk Lokumu (Turkish Delight) ile başlayan, Robocop, Total Recall, Showgirls ve Basic Instinct ile popüler kültüre kazınan provokatif çizgi burada daha olgun bir yere evriliyor. Elle’deki gibi, şok efektinin ötesine geçip iktidar ilişkilerini akılcı biçimde kuruyor.

The Last Duel: Ortaçağ adaleti, modern bir mercek

Scott’ın The Last Duel’i, Eric Jager’ın kitabından uyarlanan bir “son” hikâyesi: Fransa’da 1386’da yapılan son yasal düello. Yapı basit ama etkisi güçlü: Aynı olay üç bölümde anlatılıyor; önce Jean de Carrouges’un, sonra Jacques Le Gris’nin, en sonda Marguerite de Carrouges’un perspektifi. Kurosawa’nın Rashomon’undan miras bu yapı, gerçeğin kimin sesiyle kurulduğunu sorguluyor.

Jodie Comer, Marguerite’te filmin ağırlık merkezini kuruyor; sessiz kalması beklenen bir kadının sistemle hesaplaşmasını taşıyor. Matt Damon (Carrouges) ve Adam Driver (Le Gris) karakterlerine yalnızca kahraman ya da cani etiketi yapıştırmayan, gri alanları olan performanslar veriyor. Ben Affleck’in canlandırdığı Kont Pierre d’Alençon ise ayrıcalığın rahatlığını ve yozlaşmış iktidarı net gösteriyor.

Senaryo, Nicole Holofcener’ın katkısıyla erkek bakışının kör noktalarını açığa çıkarıyor; Damon ve Affleck’in birlikte yazdığı bölümler karakterlerin sınıf ve hırs dinamiklerini keskinleştiriyor. Scott’ın hikâye anlatımı tempolu ama aceleci değil; düellonun vahşetine kadar yükselen gerilim, mahkeme sahneleriyle paralel ilerliyor.

Görüntü yönetmeni Dariusz Wolski, çamurlu savaş alanlarını ve taş kaleleri dokulu, karanlık bir paletle kuruyor. Müzikler Harry Gregson-Williams’tan; melodramı şişirmeden dönem atmosferi kuruyor. Finaldeki düello, Scott’ın aksiyon koreografisindeki ustalığını hatırlatıyor: Yakın planların şiddeti ve mekân hissi, “sadece gösterişli” değil, anlatıya hizmet eden bir gerçeklik sağlıyor.

Film, Venedik’te ilk gösterimini yaptıktan sonra eleştirmenlerden güçlü yorumlar aldı ama pandeminin gölgesinde gişede bekleneni bulamadı. Buna karşın dijital platformlarda ikinci bir hayat kazandı; özellikle Comer’ın performansı ve filmin çoklu anlatı yapısı üzerine ciddi tartışmalar yürüdü. Scott’ın aynı yıl House of Gucci’yi de tamamlaması, yönetmenin çalışma temposunun hâlâ baş döndürücü olduğunu gösteriyor.

İki filmi yan yana koyunca ortak bir damar beliriyor: Kurumlar bireyin bedenini ve hikâyesini kontrol etmek istiyor. Benedetta’da kilise ve manastır; The Last Duel’de feodal aristokrasi ve mahkeme. Verhoeven ve Scott, tarihsel mesafe sayesinde bugünün tartışmalarını daha serbestçe kuruyor: Rıza, otorite, günah, adalet… Klişeye düşmeden, seyircinin yerine karar vermeyen bir yaklaşım bu.

Bu üretkenliğin birikimi de açık: Verhoeven, Basic Instinct ve Starship Troopers’da popüler türlerin içinde ideolojiyle hesaplaşmayı sevdi; Elle’de psikoloji ve iktidarı bireysel düzlemde sıkı sıkıya kurdu. Benedetta, bu ikisini birleştiriyor: Kurumsal eleştiri ile karakter çalışması el ele yürüyor. Scott ise Alien ve Blade Runner’la dünyalar kurdu, Gladiator ve The Martian’la hem epik hem karakter odaklı anlatıyı dengeledi. The Last Duel, o dengeyi daha politik bir düzleme taşıyor.

Sonuç? Yaş değil, merak belirleyici. İki usta da yeni bir şey söylemeden rahat edemiyor. Verhoeven, arzunun ve inancın iç içe geçtiği o kaygan zemini provoke ederek açıyor; Scott, adaletin kime ait olduğunu yöntemle –anlatının kendisiyle– tartışıyor. İkisi de sinema dilini genç kalan bir enerjiyle güncelliyor; tartışmalı ama diri işler bunlar. Seyirciden bekledikleri tek şey, kulak kabartmak ve tarafını düşünerek seçmek.

Tüm Yorumlar